19 Aralık 2010 Pazar


Kalbimde bir yer boşaldı. Üzülmem lazım ama o kadar hafifledim ki kuş misali… Bu boşluk ürkütmüyor beni. Aksine güzel oldu. Yer lazımdı nefes alabilmek için. Yeni yazılacaklar için boşluklar lazım. İçim acıdı koparken sana ait parça ama zor değildi. Daha önce kaç defa denenmişti, kopamamıştı. Nasıl da kolaylaştırmışım. Pamuk ipliğine bağlıymış. Defalarca çekip koparmamışım. Bu sefer düştü! Hem de tek seferde... Mutlu muyum? Bilmiyorum. Huzurlu muyum? Kesinlikle evet! Soru işaretleri ne kadar yormuş aklımı, nasıl da yüklenmişim kalbime. Hayret dayanmış bunca zaman. Şimdi şaşkın. Hiç bu kadar sensiz olmamıştı ki. Özler miyim? Sanmıyorum. Çok özledim, çok tattım o duyguyu. Kalmıyor zamanla bazı hisler gördükçe gerçekleri, büyüsünden kurtulunca düşlerin anlıyorum seni. Şimdiye kadar söylenmiş tüm sözlerinin manasını biliyorum artık. Geç oldu. Çok geç… Çoktan bilmem lazımdı yalanlarını. Yine de şanslıyım. Hiç soru yok içimde.

Seninleyken ne kadar üç noktayla bıraktığım cümlem varsa hepsini sonlandırdım. Noktalarım kesin, net!

12 Ekim 2010 Salı


Bir yara kalbimde

Acıyor hala

ama daha az, daha yavaş…

Anlam yüklüyorum

Kendime, yarama

Yok biliyorum

sözlükte karşılığı.

Alışıyorum ağır ağır

bendeki yokluğuna.

Daha az konuşuyorum

Dinleyenim yok diye,

Daha az dinliyorum

Anlatanım yok yine.

Benden aldıkların hala sende

Geri verme

Daha çok yakışmaz kimseye!

24 Eylül 2010 Cuma



İZ BIRAKMADAN SİLMEK…

Hayatınızdan çıkarmanız gereken insanlar varsa hiç tereddüt etmeyin. Çünkü onlarla yaşadığınız her an sizi üzmekten başka bir şeye sebebiyet vermez.

Yaşanmışlıklarla dolu bir insanı hayatından çıkarmak zordur. O insanın rolü olduğu film şeridini keser atarsınız, film kopar. Filminizde silik, unutulmuş sahne olsun istemezsiniz ve her anınızı beyninizde saklarsınız hele ki yüzünüzde tebessüm yaratan anılarsa onlar beyinden kalbe çoktan geçmiştir. Kalpten anı silmek uzun zaman alır. Bazı insanlar o anıları zorla siler. İnanamazsınız yaptıklarına. Yıllar önce yanında huzur bulduğum insan bunu mu yapıyor bana diye şaşkına dönersiniz. Fakat şaşkınlık geçer kabullenirsiniz ta ki kalpteki anıları hatırlayıncaya kadar. Filmi geriye sarıp silmeniz gereken sahneleri görünce öfke başlar, öfke diner ve artık vakti gelmiştir. O insanı hayatınızdan silersiniz. Ama asla kusursuz silinmez. Dikkatli bakınca izleri hep gözükecektir. Dikkatli bakmamayı öğrenmelisin. Yoksa hep kalpteki o güzel anılar ve sonradan yaratılan inanılmaz gerçekler arasında incinirsiniz.

Şimdi ben 24 yaşındayım. Belki daha çok erken ama bazı insanları, kalbimde o insanlara ait çok eskiden kalmış güzel anıları sildim. Aslında silmeye çalıştım demek daha gerçekçi. Bunun kötü yanı: iz kalmadan silmenin imkansızlığını gördüm. İyi tarafı ise: kalbime kimseyi sonradan iz bırakacak kadar bastırarak yazmamam gerektiğini öğrendim.

1 Eylül 2010 Çarşamba


SONBAHAR DEPRESYONUM

Havalar bir günde değişebiliyor. Benim ruh halim ise saniyede değişebilme özelliğine sahip.

Daha dün ‘’sıcak, sıcak’’ diye söylenirken bugün odama dolan hava beni hafiften üşütüyor. İtiraf edeyim ki sabah sağnak yağışın bana günaydın demesi hoşuma gitmedi değil. Şimdi sonbaharın ilk günü mü oluyor? Öyle ise yandım! Zira ben her sonbahar depresyona girerim! Buna tezat olarak da sonbahara bayılırım. Biliyorum fazla dengesizim. Her fırsatta yüzüme vurmana gerek yok!

Sonbaharın bir suçu yok aslında. Sorun olan tek şey: değişiklikler tabii bir de her değişime trip atan duygusal tarafım… Bana yıllarca dayanmış çalışma masamdan ayrılırken de böyle olmuştu. Taşınıyorduk ve onu gittiğimiz eve götürmeyecektik. ‘’olmaz ‘’ dedim. ‘’ben bu masadan başka yerde ders çalışamam’’ Yeni odama yeni bir masa alınacaktı. Üzerine bilgisayarımı da koyabileceğim bir masa. Fakat buna alışamadım, oturdum ağladım. Ve üniversiteye yeni başlamıştım. Evet ‘’yok artık’’ diyebilirsin. 19 yaşında bir masa için sorun yarattım ama üzerinde ortaokuldan kalma yapıştırdığım resimler olan her yeri yıllarca ben ders çalışırken çizilmiş, eski bir masaydı o ! Onsuz nasıl ders çalışılır bilmiyordum. Ve bir gün öğrendim…

Alıştığım bir şey varsa ben de anısı olan herhangi bir şey… İşte kopmam zor oluyor. Ortaokuldan liseye geçmek zordu. Ortaokuldaki ortamımdan nefret etmeme rağmen o 3 yılın alışkanlıklarını bırakmak zamanımı aldı. Liseden üniversiteye geçmek tam bir kabustu. İlk sevgilimden ayrılmam… onla gittiğim cafede, aynı masada oturmak, aynı siparişi vermek çok zordu. Ama zamanla geçiyor. Üzerine yeni adapte olacağım şeyler, kişiler, ortamlar, zamanlar… gelince geçip gidiyor. Tek çözüm: birinden kurtulunca diğerine bağlanabilceğini bilmekte. Sonra diğerine , diğerine, diğerine…

Bu zincir kopmadığı sürece sorun yok. Arkadaşım 5 yaşındayken en sevdiğim bebeğimin saçlarını sabunla yıkayıp berbat ettiğinde ve sonra kafasını kopardığında atlatmıştım. Yani sorun yok.

Şimdi beni çileden çıkaran sıcaklar bitti. Sonbaharın ilk yağmuru sabah beni uyandırdı ve şu anda ilk serinlikleri sağ tarafımda açık olan balkon kapısından kolumu ürpertti. Sonra bu güzel havalara alışacağım, kış gelecek… kış bitecek… yazlık kıyafetler çıkarken kaldırdığım kazaklardan dolayı mutsuz olacağım ama hep geçecek. Şikayetçi değilim sadece fazla duygusalım. Şimdi sonbahar vakti. Bırakın geçici bunalımımı yaşayım hiç geçmeyen bunalımlarıma inat!

14 Temmuz 2010 Çarşamba

SÖZLÜĞÜMDEKİ HAYALİ KELİME: UMUT

Elimde bir tek gerçeğim var. Onun çevresinde ise binlerce hayal… matematik sorusu misali… Gerçekler kümesinin alt küme sayısı olan düşlerim! Hayat da bir sınavmış zaten. Bul bakalım alt kümeleri diyor soruda. O kadar soruyu cevapla bu soruda takıl! Olacak şey değil. Oluyor işte. Bir tane gerçeğe o kadar hayal sığmıyor!

Umut dediğimiz o kelime her zaman sözlüğümüzde bulunmuyor. Aç ’u’ harfini bak bakalım; uçuk, ufuk, uğur, ukde… derken o da ne?! Umut yok! Bir bakıyorsunuz ‘unut’a gelmiş sayfalar. Unutmanın anlamına bakmaya gerek yok. Zaten her pes ettiğimizde tekrar tekrar hatırlıyoruz unutmayı da vazgeçmeyi de.

İnsan hayal ettiği sürece yaşar. Tamam ama hayal ettikçe de yaşamının çekilmez yönlerini daha net görür. Gördükçe sıkılır ; sıkıldıkça vazgeçer; vazgeçtikçe başa döner. Lanet bir kısır döngü! Hayal etmek, yapamamak, aynı yerde saymak, gerçeğe dönmek sonra öyle yaşamayıp tekrar hayal etmek.

Bunların farkında olan ben hayaller kurmuyor muyum? Hem de en renklisinden hayallerim var. Onlarca senaryom, binlerce repliğim var. Uzadıkça uzayan 4-5 sezonu bulan diziler gibi… Bir de bu yazarlığımı gece yatağıma yatınca kullanıyorsam hemen arkasından gelen rüyalarım yönetmen sorunumu da çözüyor. Ne güzel olmuş diyorum dizim. Uyanıp gerçeklerle yüzleşince de senaryomdan farklı hayatıma söyleniyorum. Gerçeğe alıştıkça da akşamki yeni bölümü tekrar heyecanla beklemeye başlıyorum. Ben bu döngüyü hep yaşıyorum. Ve mümkünse hep yaşamak istiyorum zira sözlüğümdeki ‘umut’ sözcüğünü ancak böyle bulabiliyorum!

26 Mayıs 2010 Çarşamba


VAZGEÇTİM

Ben gözyaşlarımı kara bulutlara verdim

Karanlık gecelerde ağlasın diye

Vazgeçtim

güneşin doğuşunu beklemekten

Geceleri sevdim karanlığın hükmüyle

Anılardan kalma sevgi kırıntıları

rüzgarı kucakladı sessiz sokakta

Üzüldü kalpler sevgisizlikten

Vazgeçtim

peşinde koşmaktan küçük bir umudun!

22 Mayıs 2010 Cumartesi



VARILAMAYAN DİYAR

Bir şarkı var kulağımda.. Sesini açıyorum, gözlerimi kapatıyorum. Başka bir diyara yolculuk.. Yol o kadar güzel ki hiç bitmesin istiyorum ama diğer yandan gidilen diyar daha da güzel biliyorum. Şu hayal treninde bile tezatlar bırakmıyor yakamı. İlk istasyonda duruyor tren mecbur iniyorum çünkü annem sesleniyor! Açıyorum gözlerimi, gidiyorum yanına '‘dolaptan yumurta çıkarsana’’ diyor. Veriyorum yumurtalarını, isteksizce soruyorum var mı başka yapılacak bir şey diye? Ve yine odama dönüyorum. Tekrar şarkının sesini aç, gözleri kapa ve kayıt! İstasyonda diğer treni bekliyorum, hemen geliyor. Halbuki sevmiştim şu eski bankta oturup burada biraz beklemeyi. Neyse yolculuğa devam. Bir denizin üzerinde geçiyor tren. O da ne?! Balıklar sıçrıyor denizin yüzeyinde ve bir tanesi yüzüme bakıp gülümsüyor! - küçükken fazla çizgi film izlediğim doğru. Tamam tamam hala çok çizgi film izlediğim de doğru – Hayır! Yine bir istasyon ve inmem lazım trenden. Kapı çalıyor sinir bozucu bir şekilde! Basıyorum kapı otomatına off açılmıyor kapının kilidi takılmış yine. İniyorum, açıyorum, babamın elinden torbaları alıyorum gidip mutfağa teslim ediyorum ve yeniden odamdayım. Tekrar bineceğim trene bekliyorum uzun uzun gelmiyor! Evet istasyonu seviyorum dedim ama bu kadar beklemeye hiçbir zaman tahammülüm olmaz ki benim. Yok gelemeyecek belli. Demek ki biraz önce indiğim tren son sefermiş. Açıyorum gözlerimi gerçeğe dönüyorum. Gidilecek güzel bir yol yok, beklenilen tren yok, eski hüzün kokan istasyonlar yok, gitmeyi planlayıp hiç göremediğim o diyar zaten yok!

18 Mayıs 2010 Salı


Benim kimsem yok

Kendimden başka…

Bağırıversem umarsızca

hayata, insanlara, sana

azalır azalır sesim

ve yine kulaklarım duyar usulca.

Benim kimsem yok

Kendimden başka…

Ekmek kırıntıları bıraksam

gittiğim yollarda

Kuşlar yer bazılarını

ve yine kendim toplarım kalanları.

Benim kimsem yok

Kendimden başka…

Yalnızlık çalar kapımı

beş çayında, dedikodu tadında

Giderken bir ‘hoşçakal’ bile demez

ve yine tek başıma toplarım mutfağı.

Benim kimsem yok

Kendimden başka…

Hüzün girer yatağıma

gecenin bir yarısı

Sevişiriz ve döner sırtını uyur

İyi geceler öpücüğü bile yoktur

ve yine kalırım kendime rüyamda.

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Susadım

dürüstlüğe

Bir çeşme olsa

aksa şakır şakır

ellerimden..

Avuçlarımdan içsem

kana kana…

Doysam artık doğrulara

ama aksa yine de

Durmasa ,taşsa ,sel olsa

Ne kadar yalan varsa

o suyun altında kalsa.



Acıktım

masumiyete

Bir tabak olsa

içinde çocukluğum

geçse film şeridi gibi

gözlerimden..

Ellerimle yesem

Şımarık,umursamaz…

Doysam artık özlediklerime

ama bitmese yine de

Özlesem, tükenmese

Ne kadar çirkinlik varsa

o tabağın altında kalsa.

8 Mayıs 2010 Cumartesi


AKORDU OLMAYAN BİR GİTAR GİBİ HAYATIM…


Sahnenin perdesi kapalı. Hemen hemen tüm konuklar yerlerini almış. Birkaç kişi göze çarpıyor hala ayaktalar ve yerlerine oturmaya çalışıyorlar. Fısıl fısıl konuşmalar duyuluyor. Bazılar boş boş perdeye bakıyor.

Perde arkasında ise heyecan hakim. Hafif bir telaş kokusu var. Sahnede enstrümanını alan yerine yerleşiyor. Sonunda müzisyenler hazır. Ve perde açılır. Alkışlar en büyük motivasyon unsuru. Aynı zamanda heyecan dorukta, atan kalplerin sesi mikrofonlarla salona duyuluyor sanki. Siyah, şık elbiseler giyinmiş, güzel kızlardan ilk notalar dökülüyor. Keman sesi… inanılmaz bir huzur havası… Viyolonsel de onlara arkadaşlık edince piyanonun tuşları daha fazla dayanamaz ve başlar çalmaya. Birbirinden hoş yaylılara piyonun asaleti eklenir. Zamanının geldiğini anlayan nefesler yan flütleri üfler. O nefesler hiç tükenmez konser boyunca. Birden davul sesleri duyulur. Nasıl da kendinden emin bağırır notaları. Bu güzelim ahenkin ortasında bir gitar sesi… Telleri tek tek çalınır. Fakat o da ne?! Akordu yok! Parmaklar bir an duraklar, korkar dinleyenler anladı diye. Boşuna bir korku mudur yoksa bu? Tabii ya sabırlı üflemeliler, birbirinden güzel yaylılar, güçlü vurmalılar ve asil piyanonun notaları havada dolaşıyorken bu akortsuz gitar kimsenin dikkatini çekmez.

Konser biter, seyirci selamlanır. Gitarın akordunu yapsam mı diye düşünür sahibi. Sonra vazgeçer. Zaten konser bitmiştir.

29 Nisan 2010 Perşembe


Alışkanlık mı? aşk mı ? hangisi daha çok yaralar kalbi? Bu sorunun cevabı çok net olmayabilir ama kesin olan bir şey vardır ki ; ikisi de çok acımasızdır! Neden inanmamış gibi bakıyorsun? Aşkın yapabileceklerinin farkında mı değilsin ya da alışmaya başlamanın acizliğini mi bilmiyorsun! İkisi de o kadar fena olabilir ki nefes alamazsın.

Aşkın ne kadar çok yan etkisi var : karıncaların dolaştığı karnımız, devamlı dönen başımız, yere basmayan ayaklarımız, kimseyi duymayan kulaklarımız, ,… aşkın prospektüsünde sık görülen bu yan etkiler yazar yazmasına ama ondan başkasını görmeyen gözlerimiz okuyamaz yazılanları! Aslında bunlar ne de hoş etkilerdir. Aşkı tatlı bir bela olarak karşımıza çıkarır, kapılıveririrz. Kalbimiz küt küt atar onu görünce, elini tutar bedenin yavaşça yükselir sanki, aynalara daha çok bakarız ona hep güzel görünmek için,. Her şey onun içindir artık! Ben, sen kalmaz ‘biz’ olmak isteriz. Bu tutkuyla kıskanırız, olmadık şeylere alınırız. Daha kırılgan olmuşuzdur artık. Beni sevmekten vazgeçecek mi korkusu başlar. ‘Bir gün çeker giderse’ ihtimali aklımıza düşer. Diğer yandan da bize sarıldığında sonsuz bir güven duygusu vardır hala. İşte böyle tezatlar yaşarken zaman geçer. Ve alışmışızdır artık! Bağışıklık kazanınca o aşka değişir her şey.

Aşkın o kadar yan etkisine karşı alışkanlık tam bir hastalıktır. Fakat onun bir hastalık olduğu ancak o alışkanlığı yapmamak zorunda kalırsanız anlarsınız. Her gün belli saatlerde onunla telefonla konuşmak, haftasonları her zaman gittiğiniz cafelerden birine gitmek, en sevdiğiniz müzik grubu şehrinize gelince koşa koşa gidip bilet almak,… bu alışkanlıklar güzeldir ama bir yere kadar: eğer sevgilinin o gitme ihtimali gerçek olmuşsa ve yanında değilse artık alışkanlıklar azaptır hep! Onunla zaman geçirdiğin yerlere yolun düşsün istemezsin. Zaman içinde yapılan her şey alışkanlık olmuştur ama o sevgilinken farkında değilsindir bunun. Sevgili bırakıp gidince elini, o el boş kalınca kalbin gibi farkına varırsın. Hem de öyle yavaş yavaş değil birden yüzüne vurulur bu acı! Alışmak insanı aciz kılar! Alıştıklarını yapamamak güçsüzleştirir insanı.

Şimdi düşünüyorum da, gözümü kapadığımda yüzü gözümün önüne gelmiyor ya bazen o an duyduğum korkunun nedeni alışkanlığımından mı yoksa aşkımdan mı?

3 Nisan 2010 Cumartesi

BİR KALDIRIM BİN HİKAYE

Saat 11.00. ben güne yeni gözlerimi açtım. İçimden kendime söyleniyorum : ‘’ yine öğlen uyandın, koca günü ziyan ettin’’ diye. Sanki 24 saat benim değilmiş gibi, yapılacak bir işim varmış gibi söyleniyorum. Hafifçe doğruldum yataktan. Annem balkon kapısını açmış. Oturduğum yerden aralık kapıya doğru bakınca güneş ışığı vurmuş kaldırımı gördüm. Güneş öyle güzel yansımış ki kaldırıma bahar kokusu geldi burnuma. Sonra yürüyen insanlara baktım. Hepsinde ayrı bir hikaye!

Bir güzel kız geçti. Giyinmiş, süslenmiş.. sevgilisiyle buluşmaya gidiyor kimbilir. Suratı asık bir adam… sanki cumartesi günü çalışmaktan şikayetçi. Yaşlı bir teyze elleri torbalarla dolu,yorgun pazardan geliyor kesin. Yaşlı bir amca yürüyor yavaş yavaş hiç acelesi yok. Yukarıdaki kahveye gidiyor elinde gazetesi. Bir kız çocuğu annesinin elinden tutmuş, yürürken başını kaldırmış hüzünlü bakıyor annesine. Belli ki bir şey istemiş ama annesi almamış. Oyuncak,çikolata.. ? ya da dondurma. Yok eminim kesin dondurma. Havalar yeni ısınmaya başladığı için almıyor annesi!

Bu arada annem sesleniyor mutfaktan kahvaltı için. Acaba diyorum ben annemden dondurma istesem alır mı benimkisi?

SON PERDE

En güzel şarkıları seçtim

Biriktirdim iki dudağımın arasında

Unuttum söylemeyi sana.

Hangi hayat benim bilemedim

Oynadım hepsinde sahne arkasında

Repliklerim kolaydı aslında

Sadece ağlıyordum doyasıya

Bir çok kalp kırıklığı, umutsuzluk..

Senaryomu ben bile sevmedim

Ama sonuna kadar ezberledim

Ve artık sahnedeydim

Hatırladım şarkıları

Söyledim hepsini senaryomun sonunda

Seyirciyi selamladım

Kocaman bir alkış aldım

Baktım hepsine tanıyormuş gibi

Tanıyordum, biliyordum

Sendin tüm seyirci

Sendin tüm alkışların sahibi

Yine bir geri kaçış, bir pişmanlık..

Sevmedim sahneyi

Kapandı perde!

Daha mutluyum burada

Hem yazdım hem oynadım

Tüm oyunları sahne arkasında

29 Mart 2010 Pazartesi

SENİ SEVDİM


Ben bakışını sevdim

Karanlıklar unutturamaz gözlerini bana

Ayrıldıktan sonra bile arar gözlerim

Senin gözlerini içindeki derin bakışınla


Ben dokunuşunu sevdim

Sonsuzluk unutturamaz ellerini bana

Her elini tuttuğumda yanar ellerim

Tenim özlüyor donuşlarını umutsuzca


Ben öpüşünü sevdim

Yalnızlık unutturamaz dudaklarını bana

Hala hissediyor sıcaklığını dudaklarım

Hatırladıkça kalbim atıyor heyecanla


Ben sözlerini sevdim

Çığlıklar unutturamaz söylediklerini bana

En güzel aşk sözcüklerini senden dinledim

Sanki ‘’seni seviyorum’’ deyişin kulağımda


Ben ruhunu sevdim

Geceler unutturamaz kişiliğini bana

Sarıldığımızda kendini güvende hisseden bedenim

Sana hep inanmış kalbim şimdi boşlukta


Ben seni sevdim

Hiçbir şey unutturamaz seni bana

Hep seni sevmiş yüreğim

Bundan sonra da seveceğim sen beni unutsan da!


-2003-


HÜZÜNLÜ SON

Nokta koyamadım

masalın sonuna

Bitiremedim…

İki kahramanı var

bu masalın

Biri sen, diğeri ben

Ben hüzünlüydüm

masalın son sayfalarında

İşte ondan bitiremedim

Noktayı koyamadım sonuna

Çocuk soruyor:

‘’ne oldu masalın sonunda?’’

Ben susuyorum

Çünkü bilmiyorum

Seni bilmiyorum

Uzaktasın çok uzakta

Bu yeterli aslında

Masalı bitirmeye

Masallar böyle olmaz ki

Mutlu sonu olur

Çocuk yine soruyor

Uykusu gelmiş, gözleri kapanıyor

‘’ne oldu masalın sonunda?’’

Yarın gece anlatırım diyorum

Hüzünlü sonu söyleyemiyorum

Yarın noktayı koyamayacağımı bile bile

Uyu diyorum ‘’uyu’’…

ÖTEKİ BEN


susuyorum artık
bütün konuşmalara inat
tüm sözlere kapris yapar gibi..
kalbim ağır hissederim
taşımak ne mümkün!
anılar biriktirmiş şu zavallı ağır kalbim..
yürürüm, yorulurum
molalarla ayakta dururum
süreleri kısa ama
aynaya bakmaya yeter bilirim.
aldanırım bir çift göze
bir kuşun gökyüzünde süzülmesine,
nasıl da kendimden geçerim
bir çiçek rüzgarda titrediğinde.
evet sustum şimdi
sıra sizde
izliyorum sadece..
sakladım ''öteki ben''i
bir kara bulutun içine
şiddetli bir yağmur yağarsa belki
ıslanır topraklarım yeniden
ve yeşerir hatırlarsam eğer kendimi.

27 Mart 2010 Cumartesi



İÇİMDEKİ ÇOCUK

23 yaşında kocaman bir kızım ben. 23 yıl! Geçmiş, bitmiş. ama bir bilsen içimde bir çocuk var 5 yaşlarında bazen olmadık zamanlarda uyanır saatlerce konuşur bazen de öyle durgun olur ki vardır bir sorun belli! Sonra anlarsınız ki oyuncağını kaybetmiş onu arar sessizce ve üzgün. O kaybettiğini zanneder ama ben bilirim çalınmıştır o oyuncak! Anlatamazsın ki küçücük çocuğa bunu. O alt dudağını düşürmüş, ağlamaklı arar durur oyuncağını. Kocaman kız olan ben ise izlerim uzaktan onu ve kızarım iyiden iyiye o hırsıza!

Bir masal vardı. Babam her gece anlatırdı. Bir kız varmış, sabah uyanmış ve…. diye devam ederdi. Kızın adını hiç söylemezdi. Her gece bilirdim ben o gün ne yaşadıysam onu anlatırdı. Bilirdim ki o kız bendim ve masalın sonunda çıkarılan ders banaydı. Bilmezlikten gelmenin tadı ise bir başkaydı. O anlatırken merak edermiş gibi davranmak, hiçbir zaman ‘’aa baba o kız benim’’ deyip de masalın tadını bozmamak ve her seferinde masal sonrası uyumuş gibi yaparken babamın öpücüğünü hissetmek … işte tüm bunlar için değerdi! Varsın o masaldaki kız ben olayım varsın babam her masalın sonunda öğüdünü versin yeter ki huzurla uyuyayım.

Şimdi babama desem ki ‘’içimde bir çocuk var hadi her gece ona da masal anlat’’ anlatır mı dersin? ‘’Oyuncağını çalmışlar çok kırgın’’ desem faydası olur mu? Yoksa güler geçer mi? Anlatmak istese de anlatamaz ki zaten. İçimdeki çocuğun her gün ne yaşadığını bile bilmiyor. Bilmezse masal olmaz ki! Hatta bazen o çocuk hiç uyanmıyor. Günlerce,aylarca uyuyor. İçimdeki çocuk uyanmazsa , oyuncağını bulamazsa ve babam ona onun masalını anlatamazsa nasıl sevgiyle büyür! İçimdeki çocuk sevgisiz kalınca ben nasıl umutla bakarım yarına?!

26 Mart 2010 Cuma

GÖKYÜZÜNÜN SIRRI


Bulutların altında insanlar varmış

Bulutlar ağlayınca ıslanırlarmış

Gökyüzü bağırınca öyle gürül gürül

Korkarmış bulutlar

Bakarmış camdan küçük kız,

Sayamazmış bulutların gözyaşlarının damlalarını

Ama merak edermiş hep

Sorarmış kedisine

Suretinde o üzgün ifadeyle

‘’bulutlar ne zaman gülecek’’ diye

Kedisinden cılız bir ‘’miyav’’ sesi

Derin bir sessizlik…

Birdenbire bir ışık

Sonra gökyüzü yine bağırmış

Küçük kız anlamış artık

Gökyüzü ışıktan korkarmış

Aydınlıkta belli olurmuş

Gizemler, yalanlar…

Demek ki;

Gökyüzünün büyük bir sırrı varmış.

17 Mart 2010 Çarşamba


AŞK

Aşk…

Ne kadar karmaşık ve uzaksın

Anlamaya çalışmak seni

Boşa giden vakit kaybı belki

Akışına bıraksak her şeyi

Aniden geliverirsin

Kapımızı bile çalmadan

Bir alacaklı gibi

Alırsın bütün duygularımızı, gidersin

Belki dönersin belki de dönmezsin

Biz bekleriz seni

Seninle giden duygularımızı bekleriz

Mutluluklarımız, üzüntülerimiz, gözyaşlarımız…

Hepsi seninle birlikteler

Bize ise çaresizlik kalır

Anılarımızı çizersin sen

Bazen renkli boyalarla

Bazen de kara kalemle…

Eğer ayrılığı getirmişsen peşinden

Gecenin karanlığı dostumuz olur

Sessizlikte ararız umudu

Belki gelirsin diye

Gelmemekte kararlıysan

Unutmayı deneriz seni

Unuttuk diye avuturuz kendimizi

Sen zafer kazanmanın mutluluğuyla

Gülersin uzaktan bize

Şiddetli bir rüzgar gibisin

Esip gidince

Kırık dökük bir kalp bırakırsın içimizde.

12 Mart 2010 Cuma


SON MEKTUP

Yalnızlığıma mektuplar yazdım

Zarfları gözyaşlarımla yapıştırdım

Gönderdim uzaklara…

Ve beklemeye başladım

Sessiz, sakin

İçimdeki fırtına dinmiş gibi

Kalbimdeki yağmur bitmiş sanki

Hala yağıyor ama daha çiseli çiseli…

Postacı geçiyor sokağımdan

Bir umut, bir tebessüm

Kendini bilmezlik bendeki!

Geçiyor gidiyor kapımdan

Bir cevap beklerken

O kadar yazdığım mektuptan

Hiç ses yok yalnızlığımdan

Alıyorum elime kağıdımı, kalemimi

Yazıyorum yine uzun uzun

Daha buruk, daha isyankar

Diyorum ki; bu son

Yazmam artık sana

Nice mektuplar biriktirdim

Hiçbirine cevap vermedin

Şimdi sana söylüyorum

Sevgili yalnızlığım

Bu sonu sen seçtin!

11 Mart 2010 Perşembe


YORGUN KALBİME YENİ BİR HİKAYE
vazgeçtim artık bu kısır döngüden
sonunu bilmediğim her öyküden!
kapılar ardına kadar açık
gidersen kal demem
ben içimdeki fırtınayı
küçük bir alışkanlıkla besleyemem
hastalık gibi bir şey
kahrolası ilaçların yerini
aramakla ömrümü tüketmem
sancılarım geçer, hayat bana kalır
yakarışlar duysa da bu kalp
devam eder atmaya
daha yavaş daha isteksiz
ama yaşatır bu yorgun bedeni
ben de yeni hikayeler ararım
kalbime asla sevme demem.



SUÇLU KİM?

Hep ben suçlanıyorum hayatta

Beni hapsedenler ise

Gerçek suçlular aslında

Ya kaçmıyor insanlar pişmanlıklarından

Ya da kovalamıyor artık pişmanlıklar kimseyi

Aldattığını sezdiren bakışlar yok artık

Aldattığını söyleyen dudaklar var!

Ne kadar çok yalan var

Yerde, gökte, her yerde…

Doğallıktan yoksun özentiliğin pençesinde

Ne kadar çok vücut var

Ruhları ölmüş vücutlar…

Yaşadığını zanneden bu bedenlere

Bir ayna gerekli

Ama umursamazlık sarmış beyinlerini

Gerçekleri görmemek için

Kaparlar aynaya gözlerini.

10 Mart 2010 Çarşamba

GRİ TONLARINDA HAYATLAR

beyaz;
vurdumduymazlığından mı
böyle çabuk kirlenmesi?
yoksa saflığına mı vermeli?
Geçimsizliğinden mi
böyle çok düşman sahibi
yoksa yalnızlığının mı etkisi?

siyah;
yalancılığından mı
böyle gerçekleri gizlemesi?
yoksa gururuna mı vermeli?
Asabiliğinden mi
böyle çatık kaşları?
yoksa tuttuğu yas mı etkili?

cesur olmaya çalışan beyaz masumiyeti..
gururlu durmaya uğraşan siyah zerafeti..
ve bu iki renkte gidip gelen bir hayat misali..
mümkün mü arada kalmadan yaşamak?
griye hiç uğramamış yaşamlar düşünmek..
ve yine gri tonlarında hayal kırıklıkları biriktirmek...