19 Aralık 2010 Pazar


Kalbimde bir yer boşaldı. Üzülmem lazım ama o kadar hafifledim ki kuş misali… Bu boşluk ürkütmüyor beni. Aksine güzel oldu. Yer lazımdı nefes alabilmek için. Yeni yazılacaklar için boşluklar lazım. İçim acıdı koparken sana ait parça ama zor değildi. Daha önce kaç defa denenmişti, kopamamıştı. Nasıl da kolaylaştırmışım. Pamuk ipliğine bağlıymış. Defalarca çekip koparmamışım. Bu sefer düştü! Hem de tek seferde... Mutlu muyum? Bilmiyorum. Huzurlu muyum? Kesinlikle evet! Soru işaretleri ne kadar yormuş aklımı, nasıl da yüklenmişim kalbime. Hayret dayanmış bunca zaman. Şimdi şaşkın. Hiç bu kadar sensiz olmamıştı ki. Özler miyim? Sanmıyorum. Çok özledim, çok tattım o duyguyu. Kalmıyor zamanla bazı hisler gördükçe gerçekleri, büyüsünden kurtulunca düşlerin anlıyorum seni. Şimdiye kadar söylenmiş tüm sözlerinin manasını biliyorum artık. Geç oldu. Çok geç… Çoktan bilmem lazımdı yalanlarını. Yine de şanslıyım. Hiç soru yok içimde.

Seninleyken ne kadar üç noktayla bıraktığım cümlem varsa hepsini sonlandırdım. Noktalarım kesin, net!

12 Ekim 2010 Salı


Bir yara kalbimde

Acıyor hala

ama daha az, daha yavaş…

Anlam yüklüyorum

Kendime, yarama

Yok biliyorum

sözlükte karşılığı.

Alışıyorum ağır ağır

bendeki yokluğuna.

Daha az konuşuyorum

Dinleyenim yok diye,

Daha az dinliyorum

Anlatanım yok yine.

Benden aldıkların hala sende

Geri verme

Daha çok yakışmaz kimseye!

24 Eylül 2010 Cuma



İZ BIRAKMADAN SİLMEK…

Hayatınızdan çıkarmanız gereken insanlar varsa hiç tereddüt etmeyin. Çünkü onlarla yaşadığınız her an sizi üzmekten başka bir şeye sebebiyet vermez.

Yaşanmışlıklarla dolu bir insanı hayatından çıkarmak zordur. O insanın rolü olduğu film şeridini keser atarsınız, film kopar. Filminizde silik, unutulmuş sahne olsun istemezsiniz ve her anınızı beyninizde saklarsınız hele ki yüzünüzde tebessüm yaratan anılarsa onlar beyinden kalbe çoktan geçmiştir. Kalpten anı silmek uzun zaman alır. Bazı insanlar o anıları zorla siler. İnanamazsınız yaptıklarına. Yıllar önce yanında huzur bulduğum insan bunu mu yapıyor bana diye şaşkına dönersiniz. Fakat şaşkınlık geçer kabullenirsiniz ta ki kalpteki anıları hatırlayıncaya kadar. Filmi geriye sarıp silmeniz gereken sahneleri görünce öfke başlar, öfke diner ve artık vakti gelmiştir. O insanı hayatınızdan silersiniz. Ama asla kusursuz silinmez. Dikkatli bakınca izleri hep gözükecektir. Dikkatli bakmamayı öğrenmelisin. Yoksa hep kalpteki o güzel anılar ve sonradan yaratılan inanılmaz gerçekler arasında incinirsiniz.

Şimdi ben 24 yaşındayım. Belki daha çok erken ama bazı insanları, kalbimde o insanlara ait çok eskiden kalmış güzel anıları sildim. Aslında silmeye çalıştım demek daha gerçekçi. Bunun kötü yanı: iz kalmadan silmenin imkansızlığını gördüm. İyi tarafı ise: kalbime kimseyi sonradan iz bırakacak kadar bastırarak yazmamam gerektiğini öğrendim.

1 Eylül 2010 Çarşamba


SONBAHAR DEPRESYONUM

Havalar bir günde değişebiliyor. Benim ruh halim ise saniyede değişebilme özelliğine sahip.

Daha dün ‘’sıcak, sıcak’’ diye söylenirken bugün odama dolan hava beni hafiften üşütüyor. İtiraf edeyim ki sabah sağnak yağışın bana günaydın demesi hoşuma gitmedi değil. Şimdi sonbaharın ilk günü mü oluyor? Öyle ise yandım! Zira ben her sonbahar depresyona girerim! Buna tezat olarak da sonbahara bayılırım. Biliyorum fazla dengesizim. Her fırsatta yüzüme vurmana gerek yok!

Sonbaharın bir suçu yok aslında. Sorun olan tek şey: değişiklikler tabii bir de her değişime trip atan duygusal tarafım… Bana yıllarca dayanmış çalışma masamdan ayrılırken de böyle olmuştu. Taşınıyorduk ve onu gittiğimiz eve götürmeyecektik. ‘’olmaz ‘’ dedim. ‘’ben bu masadan başka yerde ders çalışamam’’ Yeni odama yeni bir masa alınacaktı. Üzerine bilgisayarımı da koyabileceğim bir masa. Fakat buna alışamadım, oturdum ağladım. Ve üniversiteye yeni başlamıştım. Evet ‘’yok artık’’ diyebilirsin. 19 yaşında bir masa için sorun yarattım ama üzerinde ortaokuldan kalma yapıştırdığım resimler olan her yeri yıllarca ben ders çalışırken çizilmiş, eski bir masaydı o ! Onsuz nasıl ders çalışılır bilmiyordum. Ve bir gün öğrendim…

Alıştığım bir şey varsa ben de anısı olan herhangi bir şey… İşte kopmam zor oluyor. Ortaokuldan liseye geçmek zordu. Ortaokuldaki ortamımdan nefret etmeme rağmen o 3 yılın alışkanlıklarını bırakmak zamanımı aldı. Liseden üniversiteye geçmek tam bir kabustu. İlk sevgilimden ayrılmam… onla gittiğim cafede, aynı masada oturmak, aynı siparişi vermek çok zordu. Ama zamanla geçiyor. Üzerine yeni adapte olacağım şeyler, kişiler, ortamlar, zamanlar… gelince geçip gidiyor. Tek çözüm: birinden kurtulunca diğerine bağlanabilceğini bilmekte. Sonra diğerine , diğerine, diğerine…

Bu zincir kopmadığı sürece sorun yok. Arkadaşım 5 yaşındayken en sevdiğim bebeğimin saçlarını sabunla yıkayıp berbat ettiğinde ve sonra kafasını kopardığında atlatmıştım. Yani sorun yok.

Şimdi beni çileden çıkaran sıcaklar bitti. Sonbaharın ilk yağmuru sabah beni uyandırdı ve şu anda ilk serinlikleri sağ tarafımda açık olan balkon kapısından kolumu ürpertti. Sonra bu güzel havalara alışacağım, kış gelecek… kış bitecek… yazlık kıyafetler çıkarken kaldırdığım kazaklardan dolayı mutsuz olacağım ama hep geçecek. Şikayetçi değilim sadece fazla duygusalım. Şimdi sonbahar vakti. Bırakın geçici bunalımımı yaşayım hiç geçmeyen bunalımlarıma inat!

14 Temmuz 2010 Çarşamba

SÖZLÜĞÜMDEKİ HAYALİ KELİME: UMUT

Elimde bir tek gerçeğim var. Onun çevresinde ise binlerce hayal… matematik sorusu misali… Gerçekler kümesinin alt küme sayısı olan düşlerim! Hayat da bir sınavmış zaten. Bul bakalım alt kümeleri diyor soruda. O kadar soruyu cevapla bu soruda takıl! Olacak şey değil. Oluyor işte. Bir tane gerçeğe o kadar hayal sığmıyor!

Umut dediğimiz o kelime her zaman sözlüğümüzde bulunmuyor. Aç ’u’ harfini bak bakalım; uçuk, ufuk, uğur, ukde… derken o da ne?! Umut yok! Bir bakıyorsunuz ‘unut’a gelmiş sayfalar. Unutmanın anlamına bakmaya gerek yok. Zaten her pes ettiğimizde tekrar tekrar hatırlıyoruz unutmayı da vazgeçmeyi de.

İnsan hayal ettiği sürece yaşar. Tamam ama hayal ettikçe de yaşamının çekilmez yönlerini daha net görür. Gördükçe sıkılır ; sıkıldıkça vazgeçer; vazgeçtikçe başa döner. Lanet bir kısır döngü! Hayal etmek, yapamamak, aynı yerde saymak, gerçeğe dönmek sonra öyle yaşamayıp tekrar hayal etmek.

Bunların farkında olan ben hayaller kurmuyor muyum? Hem de en renklisinden hayallerim var. Onlarca senaryom, binlerce repliğim var. Uzadıkça uzayan 4-5 sezonu bulan diziler gibi… Bir de bu yazarlığımı gece yatağıma yatınca kullanıyorsam hemen arkasından gelen rüyalarım yönetmen sorunumu da çözüyor. Ne güzel olmuş diyorum dizim. Uyanıp gerçeklerle yüzleşince de senaryomdan farklı hayatıma söyleniyorum. Gerçeğe alıştıkça da akşamki yeni bölümü tekrar heyecanla beklemeye başlıyorum. Ben bu döngüyü hep yaşıyorum. Ve mümkünse hep yaşamak istiyorum zira sözlüğümdeki ‘umut’ sözcüğünü ancak böyle bulabiliyorum!

26 Mayıs 2010 Çarşamba


VAZGEÇTİM

Ben gözyaşlarımı kara bulutlara verdim

Karanlık gecelerde ağlasın diye

Vazgeçtim

güneşin doğuşunu beklemekten

Geceleri sevdim karanlığın hükmüyle

Anılardan kalma sevgi kırıntıları

rüzgarı kucakladı sessiz sokakta

Üzüldü kalpler sevgisizlikten

Vazgeçtim

peşinde koşmaktan küçük bir umudun!

22 Mayıs 2010 Cumartesi



VARILAMAYAN DİYAR

Bir şarkı var kulağımda.. Sesini açıyorum, gözlerimi kapatıyorum. Başka bir diyara yolculuk.. Yol o kadar güzel ki hiç bitmesin istiyorum ama diğer yandan gidilen diyar daha da güzel biliyorum. Şu hayal treninde bile tezatlar bırakmıyor yakamı. İlk istasyonda duruyor tren mecbur iniyorum çünkü annem sesleniyor! Açıyorum gözlerimi, gidiyorum yanına '‘dolaptan yumurta çıkarsana’’ diyor. Veriyorum yumurtalarını, isteksizce soruyorum var mı başka yapılacak bir şey diye? Ve yine odama dönüyorum. Tekrar şarkının sesini aç, gözleri kapa ve kayıt! İstasyonda diğer treni bekliyorum, hemen geliyor. Halbuki sevmiştim şu eski bankta oturup burada biraz beklemeyi. Neyse yolculuğa devam. Bir denizin üzerinde geçiyor tren. O da ne?! Balıklar sıçrıyor denizin yüzeyinde ve bir tanesi yüzüme bakıp gülümsüyor! - küçükken fazla çizgi film izlediğim doğru. Tamam tamam hala çok çizgi film izlediğim de doğru – Hayır! Yine bir istasyon ve inmem lazım trenden. Kapı çalıyor sinir bozucu bir şekilde! Basıyorum kapı otomatına off açılmıyor kapının kilidi takılmış yine. İniyorum, açıyorum, babamın elinden torbaları alıyorum gidip mutfağa teslim ediyorum ve yeniden odamdayım. Tekrar bineceğim trene bekliyorum uzun uzun gelmiyor! Evet istasyonu seviyorum dedim ama bu kadar beklemeye hiçbir zaman tahammülüm olmaz ki benim. Yok gelemeyecek belli. Demek ki biraz önce indiğim tren son sefermiş. Açıyorum gözlerimi gerçeğe dönüyorum. Gidilecek güzel bir yol yok, beklenilen tren yok, eski hüzün kokan istasyonlar yok, gitmeyi planlayıp hiç göremediğim o diyar zaten yok!

18 Mayıs 2010 Salı


Benim kimsem yok

Kendimden başka…

Bağırıversem umarsızca

hayata, insanlara, sana

azalır azalır sesim

ve yine kulaklarım duyar usulca.

Benim kimsem yok

Kendimden başka…

Ekmek kırıntıları bıraksam

gittiğim yollarda

Kuşlar yer bazılarını

ve yine kendim toplarım kalanları.

Benim kimsem yok

Kendimden başka…

Yalnızlık çalar kapımı

beş çayında, dedikodu tadında

Giderken bir ‘hoşçakal’ bile demez

ve yine tek başıma toplarım mutfağı.

Benim kimsem yok

Kendimden başka…

Hüzün girer yatağıma

gecenin bir yarısı

Sevişiriz ve döner sırtını uyur

İyi geceler öpücüğü bile yoktur

ve yine kalırım kendime rüyamda.

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Susadım

dürüstlüğe

Bir çeşme olsa

aksa şakır şakır

ellerimden..

Avuçlarımdan içsem

kana kana…

Doysam artık doğrulara

ama aksa yine de

Durmasa ,taşsa ,sel olsa

Ne kadar yalan varsa

o suyun altında kalsa.



Acıktım

masumiyete

Bir tabak olsa

içinde çocukluğum

geçse film şeridi gibi

gözlerimden..

Ellerimle yesem

Şımarık,umursamaz…

Doysam artık özlediklerime

ama bitmese yine de

Özlesem, tükenmese

Ne kadar çirkinlik varsa

o tabağın altında kalsa.

8 Mayıs 2010 Cumartesi


AKORDU OLMAYAN BİR GİTAR GİBİ HAYATIM…


Sahnenin perdesi kapalı. Hemen hemen tüm konuklar yerlerini almış. Birkaç kişi göze çarpıyor hala ayaktalar ve yerlerine oturmaya çalışıyorlar. Fısıl fısıl konuşmalar duyuluyor. Bazılar boş boş perdeye bakıyor.

Perde arkasında ise heyecan hakim. Hafif bir telaş kokusu var. Sahnede enstrümanını alan yerine yerleşiyor. Sonunda müzisyenler hazır. Ve perde açılır. Alkışlar en büyük motivasyon unsuru. Aynı zamanda heyecan dorukta, atan kalplerin sesi mikrofonlarla salona duyuluyor sanki. Siyah, şık elbiseler giyinmiş, güzel kızlardan ilk notalar dökülüyor. Keman sesi… inanılmaz bir huzur havası… Viyolonsel de onlara arkadaşlık edince piyanonun tuşları daha fazla dayanamaz ve başlar çalmaya. Birbirinden hoş yaylılara piyonun asaleti eklenir. Zamanının geldiğini anlayan nefesler yan flütleri üfler. O nefesler hiç tükenmez konser boyunca. Birden davul sesleri duyulur. Nasıl da kendinden emin bağırır notaları. Bu güzelim ahenkin ortasında bir gitar sesi… Telleri tek tek çalınır. Fakat o da ne?! Akordu yok! Parmaklar bir an duraklar, korkar dinleyenler anladı diye. Boşuna bir korku mudur yoksa bu? Tabii ya sabırlı üflemeliler, birbirinden güzel yaylılar, güçlü vurmalılar ve asil piyanonun notaları havada dolaşıyorken bu akortsuz gitar kimsenin dikkatini çekmez.

Konser biter, seyirci selamlanır. Gitarın akordunu yapsam mı diye düşünür sahibi. Sonra vazgeçer. Zaten konser bitmiştir.